SOSYAL MEDYA DİYETİM

Social Media Diet

Bağımlı olmak…

Kulağa çok ürkütücü geliyor değil mi? Herhangi bir şeye, bir duruma, bir kişiye bağımlı olmak korkutucu bir durum. Bağlı olmak ne kadar olumlu bir durum ise bağımlı olmak da bir o kadar olumsuz bir kavram. Çünkü bağlılık inandığın bir şeye duyduğun histir. Bağımlı olmak ise yarattığı anlık haz ile mutlu ettiği sanılırken aciz kılandır.

Hayatım süresince bağımlısı olduğum herhangi bir şey olmadı. Ne bir şeye ne de birisine… Bağımlı olmamayı seçerek özgürlüğümü, benliğimi ve özsaygımı koruduğuma inanıyorum.

Ta ki 2 ay öncesine kadar…

2 ay önce bana çaktırmadan sinsi sinsi büyüyen bir bağımlılığımın farkına vardım; “aşırı sosyal medya kullanımı”. Beni tanıyanlar bilir, bir sosyal ortama girdiğimde veya birisiyle görüştüğümde telefonum ile asla ilgilenmem hatta ortalarda bile olmaz, çıkartmam çantamdan, ancak gelen aramaları cevaplarım. Çünkü ben o zamanı karşımdaki kişiye ayırmışımdır. Aksini yapan arkadaşlarımı da uyarır ve hatta çok sert eleştiririm. Eleştirir-dim, demek daha doğru olur sanırım. Çünkü aynı şeyi yapmaya başlamıştım ben de. Telefonum elimden düşürmediğim bir aygıt haline gelmiş, trafik ışıklarında durduğumda, toplantıda, sinemada, tiyatroda, yemekte, yatakta, orada-burada her yerde sosyal medya hesaplarımı kontrol eder hale gelmişim.

Sosyal medya, yeni medya olarak her ne kadar küresel iletişimde önemli bir noktaya gelmiş olsa da bu yoğunlukta kullanıyor olmam beni rahatsız etti ve oluşmaya başlayan bu bağımlılığımı törpülemek için sosyal medya diyeti yapmaya karar verdim. Amacım; bir süre hiç kullanmayarak sonrası için daha sınırlı bir kullanıma geçebilme konusunda kendimi terbiye etmekti.

Diyetimi telefonumdaki bütün sosyal medya uygulamalarını silmekle başlattım. Aslında iradem güçlüdür; ama uygulamalar gözüme göründüğünde direncim kırılabilir ihtimaline karşın her şeyi tamamen sildim. Telefonumda sadece What’s App uygulaması kalmıştı ki onu da çok kullanmamaya, belirli zaman dilimlerinde kontrol etmeye karar verdim. Zorlanmadım açıkcası… Öyle ki bir ay olarak hedeflediğim süre 2 ay oldu.

Bu diyet süresince ne oldu?

Sosyal medyada gereğinden fazla zaman geçirerek hiç fark etmeden niteliğini düşürdüğüm yaşam kalitem yine yeniden olumlu yönde seyretmeye başladı. Sosyal medya aracılığıyla kendisinden haberdar olduğum ama uzun zamandır bir araya gelmediğim arkadaşlarımla görüştüm, sevdiklerime daha fazla fiziksel zaman ayırdım, daha çok kitap okudum, daha çok film seyrettim, daha çok müzik dinledim, daha çok gezdim, daha çok yeni şeyler deneyimledim, uzun zamandır yazı yazmıyordum, kalemi-kağıdı elime alıp içimi döktüm, hiçbir şey yapmak istemediğim zamanlarda sırt üstü uzanıp tavanı izledim ve kendimle sohbet ettim, mesaj yazmak yerine aradım, seslerini duydum.

Yeni insanlarla tanıştım, yepyeni arkadaşlıklar kurdum. Facebook’ta daha önce hiç görmediğimiz, hiç tanışmadığımız insanlara arkadaşlık isteği göndermiyor muyuz? Sanal dünyada tereddütsüz yaptığımız şeyi reel dünyada niçin yapmayalım? Kafede, restaurantta, markett, sporda, konserde “merhaba” diyerek kurduğum iletişim ile tanımadığım kişiler tanışık olduğum kişilere dönüştü.

Peki siz? Sosyal medyaya girdiğinizden beri kaç arkadaşınızla oturdunuz, kimlerle görüştünüz, kitap okumak, müzik dinlemek, film seyretmek gibi aktivitelerinizde ne gibi değişimler oldu? Eski yaşamınızın çok daha dolu geçtiğinin farkındasınız değil mi?

Sosyal medyayı, ne yaptığın veya ne hissettiğin hakkında rapor vermek işine çevirdiyseniz eğer, sosyal medya hayatınızı devralmaya başlıyor demektir. Hayatınızı sosyal medya endeksli yaşamaya başladığınızda şüphesiz ki bir adım geri atmak şart.

Kim ne derse desin, sosyal medya kullanımı 2 dürtü ile çok yakından ilintili. “Merak” ve “Kendini Gösterme ” dürtüsü.  Mesela ünlülerin her zaman ekranda veya kameralar önünde olmayı istemeleri “kendini gösterme dürtüsü” ile ilişkilidir. Biz de sosyal medyada fotoğraflarımız ve videolarımız ile dostlarımızın veya kendimizi göstermeye çalıştığımız insanların önüne çıkmış oluyoruz. Bu iki dürtü de tabii ki hepimizde var ve çok da negatif değiller aslında; ama önemli olan bu dürtülerin bizi kontrol altına almaması. Çünkü kontrol altına almaya başladığı noktada “sosyal medya bağımlılığı” başlıyor.

Sosyal medya diyetinize başlarken, öncelikle “merak dürtünüzü” törpüleyerek “insanlar ne yapıyor?” sorusunu aklınızdan silmeniz gerekiyor. Başkalarının hayatını merak etmekten ve takip etmekten kendi hayatınıza yeterli zamanı ayıramamaya başlıyorsunuz. Zamanının büyük bir çoğunluğunu başkalarının fotoğraflarını beğenerek gerçirenlerin kendi hayatlarında beğenecek bir şeyleri kalmadığı bir gerçek.

2 aylık diyetimi geçtiğimiz hafta itibariyle sonlandırdım. Telefonumda şu anda sadece Instagram ve What’s App uygulamaları yüklü. Facebook ve Twitter hesaplarımı aktif etmeyi hiç düşünmüyorum. Diyetim, sosyal medya hesabımı daha kontrollü kullanmamı sağladı. Öncelerde çok sık kullandığım Instagram hesabıma gün içerisinde sınırlı sayıda giriş yapıyor, çok az bir süre geçiriyorum. İçinde bulunduğum anın fotoğrafını sosyal medyada paylaşma hengamesi yerine, anın tadını çıkartıyor, görüntüsünü aldıysam daha sonra paylaşıyorum.

Siz de sosyal medya diyetinize başladığınızda belki çok şey kaçırıyormuş gibi gibi hissedebilirsiniz; ama emin olun asıl elinizden düşürmediğiniz telefonlar, tabletler ile çok şey kaçırıyorsunuz.

Hayatı gerçekliğiyle yaşamak tabii ki çok güzel.

Önemli olan fotoğrafınıza ne kadar çok beğeni aldığınız, ne kadar çok takipçinizin olduğu değil, önemli olan gerçekten ne kadar çok sevdiğiniz ve sevildiğiniz….

BANA YAZIN…

mailbox

Birkaç zamandan beri kendi öğrencilerimin dışında, öğrenci arkadaşlarımdan ve yola henüz çıkmış genç meslektaşlarımdan mesleğe, sektöre, hayallere, hedeflere ve hatta “Hikayem” bölümünde yazdıklarımdan etkilenerek hayata dair sorularını içeren e-mailler alıyorum. Yoğun olduğum dönemlerimde nadir de olsa gecikmeli cevap verdiklerim oluyor; ama mutlaka yanıtlıyor, aklımın el verdiği ölçüde bildiklerimi ve deneyimlerimi paylaşıp yol göstermeye çalışıyorum. Kimi zaman da bir araya gelip kahve içerek sohbet etme fırsatı yarattığımız da oluyor. Neden mi? Anlatayım….

Öğrencilik yıllarımda kendilerinden başka hiç kimsenin başarılı olmasını istemeyen arkadaşlarımın aldıkları ders notlarını köşe bucak kaçırmalarını hayretle anlamaya çalışıyordum. Onları hiç anlamamışken, aynı mantaliteye sahip insanlar ile iş hayatıma başladığımda da karşılaştım ne yazık ki… Öyle yöneticiler, öyle çalışma arkadaşlarım vardı ki olası halefleriyle ileride kendilerini yerinden etmemeleri için hiçbir bilgiyi paylaşmıyorlardı. Profesyonel hayatımın ilk yıllarında, yani en zorlu dönemlerinde, hele ki bilgiye elektronik ortamda ulaşmanın bu kadar kolay olmadığı zamanlarda, beni mesleğe-iş dünyasına dair yönlendiren, yol gösteren hiç kimse olmadı. Her şeyi el yordamıyla, kendi çabalarımla öğrendim. Ve o yıllardan sonra, deneyimim ve bilgi birikimim arttıkça bunu herkesle paylaşmayı kendi hayat misyonum olarak belirledim.

Bilgiyi saklamaya veya paylaşmaya karar vermek bilgi sahibinin dünyaya bakışına kalıyor aslında. Benim için de bildiklerini paylaşmak esas. Bu sebeple de, profesyonel hayatımın yanı sıra eğitimin içerisinde de olmayı tercih ettim.  Başkalarına bildiğim şeyleri anlattığım için hiçbir zaman bildiklerim azalmadı, aksine başkalarıyla çoğaldı. Öğrenmenin en güzel yolunun bildiklerini başkalarıyla paylaşmak olduğunu defalarca deneyimledim. Şu anda da sahip olduğum bilgi, tecrübe ve kariyerimi bildiklerimi paylaşmaya borçluyum. Çin atasözü der ki; “Senin bir benim de bir yumurtam varsa ve bunları karşılıklı olarak değiştirirsek ikimizin de birer yumurtası olur. Ama senin bir bilgin benim de bir bilgim varsa ve bunları değiştirirsek ikimizin de iki bilgisi olur.

Uygarlık tarihi açısından insanın evrimini sürdürüp hala yaşayabiliyor olmasının temel nedenidir bilgiyi paylaşmak. Tıpkı Konfüçyüs’ün ifade ettiği gibi ben de ” Bilgiye sahip olarak doğmuş birisi değilim. Öğretmeyi seviyorum ve öğrenmeye çalışıyorum”.

Yani;

Bana yazmaktan çekinmeyin. Çok sıra dışı bir durum yoksa mutlaka cevap veririm. Hatta, kahve içer, sohbet de ederiz. Ben de sizden çok şey öğreniyorum.

YÜKSEK EGO, KIT ÖZGÜVEN

 

ego 2

Birkaç gün önce Instagram’da gezinirken yukarıdaki fotoğrafa denk geldim. O günden beri de üzerine düşünüyorum. Ne kadar da sık duyar olduk “ego” kelimesini… Günümüzün popüler, daha da ötesi cool ifadelerinden biri haline gelmiş adeta. Kavramları tanımlamakta ve onları birbirinin yerine kullanırken yanlış yapmakta üstümüze yok tabii. Yüksek ego sahibi insanların bu kavramı “özgüven” olarak meşrulaştırmaya çalıştıklarını görüyoruz. Özellikle de bazı meslekler icra edenleri ister istemez bir ego zırhına büründürüyor, sahip oldukları egoyu mesleklerinin gereği olarak görüyorlar. “Sanatçı (reklamcı, tasarımcı, fotoğrafçı, yazar…) ego sahibi olur” özlü sözünü (!) sıkça duymuşsunuzdur. “Ben yaratıcıyım, diğerlerinden farklıyım” düşüncesi mesleki bir deformasyonun oluşturduğu yanlış bir etiketten başka bir şey değildir.

Özgüven ve ego kavramlarının psikoloji bilimine dayanan detaylı tanımlarına değinmeyeceğim; ama şüphesiz ki her ikisinin arasında büyük ve bir o kadar da önemli farklar var. İşte bu farklar üzerine birkaç kelam etmezsem olmaz.

Özgüven, kişinin kendisine yönelik olumlu yargılarının olması, kendisini sevmesi, değerinin farkına varması, kendisiyle barışık olması ve en önemlisi de kendisini olduğu gibi kabul etmesidir. İşte kilit nokta tam da bu; kendisini olduğundan daha üstün ya da aşağı değil, olduğu gibi kabul etmesidir, kendisi olmasıdır. Ego ise kişinin başkalarının gözünden kendine biçtiği değerdir. Diğer insanların kendisini nasıl gördüğü kaygısıyla gerçekte var olmayan bir kimliğe bürünmesidir. Yani özgüven kendin olmak, ego ise olmak istediğin kişi gibi davranmak. Ama buraya dikkat! Sadece davranmaktır. Herkesin gıpta ettiği, takdir ettiği ideal varlık olmak ister, öyle olmasa bile. Özgüven içten gelir, diğer insanların kalıpları ve yargıları ile çok ilgilenmez, “başkalarının ne düşündüğü sadece kendisini bağlar” der. Dışa bağımlı, diğer insanların düşüncelerine bağımlı ego ise; ” en süper benim, beni sevin, beni kabul edin, beni kıskanın, benim gibi olmak isteyin” der, buna ihtiyacı vardır. Onu takdir etmezseniz, onu pohpohlamazsanız çok üzülür. Çünkü kendisini olduğu gibi kabul edemiyor, dahası bir türlü kendisini sevemiyor.

Özgüven sahibi kişi mutludur. Bastırılmışlıklarından kurtulduğu, hiçbir etiket olmadan yaşadığı, yaşamı akışına bıraktığı, negatif enerjiden arındığı, kendisiyle yüzleşebildiği ve anı yaşadığı için iç dünyasında huzurludur. Etrafına da yaşam enerjisi saçar. Ego sahibi ise tam aksine bastırılmışlıklarının esiri olduğu, komplekslerinden kurtulamadığı, kendisiyle yüzleşemediği, sorunlara öfkeyle karşılık verdiği, geçmişe ve geleceğe bağımlı yaşadığı, kendisini kabul edemediği, her zaman başkalarını suçladığı için mutsuzdur, daha da vahimi mutlu olduğunu sanar.

Özgüven “bir şey” olmaya çalışmaz, çünkü zaten ne olduğunu bilir. Peki, ego öyle mi? Ego, hep “çok şey” olduğunu düşünür ki aşırı üstünlük çabasının yoğun eksiklik duygusundan ileri geldiğini biliyoruz. Bu da özgüven eksikliğidir. Özgüveni eksik olan insan egoya sığınır, kalkanı odur. Ve tabii yüksek ego beraberinde takıntıları getirir. İş bilmez siyasetçiler, ayak kaydırmaya çalışan iş arkadaşları, kompleksli sevgililer, kavgalar içinde boğulan ilişkiler yüksek ego, eksik özgüvenden kaynaklanmaktadır.

Einstein’ın egoyu tanımlarken kullandığı formülü bilirsiniz;

                            EGO = 1 / BİLGİ

Yani ne kadar az bilgi o kadar yüksek ego, ne kadar çok bilgi o kadar düşük ego. Özgüven bilende, ego ise bildiğini sananda olur.

Özgüven kadında da erkekte de çok çekicidir, varlığıyla göz kamaştırır. Özgüven sahibi insanlar auraları ile hemen hemen herkesi etkileri altına alırlar. Ama ego da bir o kadar iticidir, varlığıyla ciddi derecede can sıkar. Şişirilmiş ego bir balon misali kişiyi uçurur, tabii patlayana kadar. Patlaması da bir iğneye bakar. Patlamış bir balonla da kimse ilgilenmeyeceği için yükseklerde mutlu olduğunu sanarak başı dönen ego sahibi çok büyük bir çöküntü yaşar.

Tüm bu yazdıklarımdan yola çıkarak sözün özü; özgüven vezir eder, ego rezil eder.

Ve unutmayalım ki; özgüven “your ego is my lego” der :)

EĞLENEN ŞİRKETLER

Google office

Dünyada ?mutlu şirket kültürü? yaratmak hedefiyle çalışma ortamlarını adeta bir oyun parkına dönüştüren uluslararası şirketlerin aksine Türk iş dünyasındaki şirketlerin büyük bir çoğunluğu ne yazık ki hala asık suratlı….

Şirketlerin eğlenceli ve güler yüzlü olması çok mu zor? Hiç de değil aslında.

Ama eğlencenin, eğlenmenin, keyif almanın, gülümsemenin, mutlu olmanın işleri aksatacağına dair bir kanının olduğu şirketler çoğunlukta. Bugün işyeri denince çalışanların koyu kıyafetler giydiği, ciddi konuşmalar yaptığı, çok ciddi davrandıkları, kahkaha atmaya çekindikleri, kurallara uymayanların cezalandırıldığı şirketler geliyor gözümüzün önüne. Hal böyle olunca; sabah alarm zili çaldığında kalmak istemeyen, söylenerek ve hatta lanet okuyarak kalkan, ayakları geri geri işe giden, çıkış saati olmuş mu, daha ne kadar var diye sürekli saatini kontrol eden, ertesi günün hafta sonu olmasını isteyen çalışanların olması da tabii ki kaçınılmaz. Pazartesi sendromu dediğimiz şeyin kaynağında da bu mevzu var. Bu sendrom, negatif enerji yüklü bir ortama girme korkusundan başka bir şey değil.

Şirketler sıkıcı ve ciddi olmak zorunda değil. Aksine sıkıcı oldukça zaman içerisinde kaybedeceklerinin bilincine varmaları gerekiyor. Harvard Üniversitesi?nce yapılan araştırmalarda mutlu çalışanların mutsuz çalışanlara oranla yüzde 70?e kadar daha verimli performans sergiledikleri sonucu ortaya çıkıyor. Günümüzün rekabetçi ortamında insanları hevesle ve şevkle çalıştıran şirketlerin başarılı olacakları, insanlara dayatma ile zorla iş yaptıran şirketlerin ise her geçen gün daha da zayıflayacakları gerçeğini görüyoruz. Bugün tüm çalışanların ama özellikle de bilgi işçilerinin çalıştıkları şirkette bir değer yaratabilmeleri için çalıştığı ortamda mutlu olmaları şart.

Tabii eğlenen şirketler demek, samimiyetsiz sürpriz doğum günü partileri veya yılda 1-2 kez futbol turnuvaları, piknikler düzenleyip sonrasında çalışanların birbirleriyle sohbet etmelerini, kahkaha atmalarını, 10 dakika soluk almak için dışarıya çıkmalarını ?işi asmak? olarak görmek değil. Elbette ki eğlence derken hedeflerin ve sonuçların ikinci planda kalacağı, vur patlasın-çal oynasın bir iş yerinden bahsetmiyoruz. İnsan hem neşeli çalışıp hem de verim üretebilir. Ama bütün denklemleri maddi değerler üzerine kurarak birey olarak hiçbir değer vermediğin çalışanına maksimum 15 dakikalık bir mum üfleme merasimi ile doğum günü organizasyonu yapman onun ruhuna ulaşmak için hiç yeterli değil.

Yani eğlencenin göstermelik birkaç etkinlik ile değil, şirket kültürü olarak o işyerinde mevcudiyet bulması önemli. İşi sevmenin, işyerini sevmenin yolu eğlenceden geçiyor. Çalışanlarını şaşırtan, etkileyen, alışılagelmişin dışında keyif deneyimi yaşatan şirketler, işe severek gelen çalışanlara sahip olacaktır.

Keskin kuralların, net hiyerarşinin hissedildiği lacivert renkli, asık suratlı şirketler yerine insanların tutkuyla, heyecanla, keyifle işlerini yaptıkları şirketler hayal edin. Sonuçlar nasıl olur sizce?